Enver Ağabeysiz 10 yıl geride kaldı… Hayat hayaldir düsturuyla yaşadı

Enver Ağabeysiz 10 yıl geride kaldı… Hayat hayaldir düsturuyla yaşadı
09:12 - Şubat 22 2023 Çarşamba

Gazeteci, iş adamı, kültür adamı ve gönül insanı… Bundan 10 sene evvel soğuk bir şubat akşamı aramızdan ayrılan Enver Ören, bunlar gibi pek çok sıfatı taşıyordu ama belki de ona en yakışanı sonuncusuydu… Merhum Ören, bu sebeple kendisini tanıyan ve sevenlerce hep “Enver Abi” olarak anıldı… O, örnek şahsiyetinin yanında Türkiye gazetesinin temellerini atıp farklı kurumlarla bir kesimin büyük ideallerini hayata geçirdi.

Kurucumuz Enver Ören’in mücadelelerle dolu hayat hikâyesi ise ilk defa bir biyografik kitapla okuyucuya sunuldu. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin kaleme aldığı “Hayat Hayaldir: Enver Ören” adlı eser, İhlâs Vakfı Yayınları tarafından vefat yıl dönümünde neşredildi.

Kitapta, merhum Ören’in Ege’nin bir kasabasında geçen çocukluğu, Kuleli Askerî Lisesi’ndeki renkli eğitim hayatı, dünyasını değiştiren dönüm noktaları, seyahatleri, kültür hizmetleri, dostlukları, özel hayatına dair detaylar ve iş dünyasında yaşadıkları yer yer kendi ifadeleriyle birlikte anlatılıyor.

ÖRNEK HAYAT

İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahid Ören’in “Bilhassa genç arkadaşlarıma, babam Enver Ağabey’in örnek hayatını okumalarını tavsiye ederim” notunun yer aldığı kitabın hemen başında Prof. Dr. Ekinci, çıkış noktalarını “Yıllar evvel İhlas Holding yönetim kurulu başkanlığında danışmanlık yaparken, bana kitap okutup dinlemek merhum Enver Bey’in âdetiydi. Bir defasında meşhur bir iş adamının hatıraları vesilesiyle, ‘Efendim çok renkli bir hayatınız var. Siz de hatıralarınızı yazmayı düşünmez misiniz?’ diye arz ettim. Güldü. ‘Ben uğraşamam öyle şeylerle” dedi. ‘Efendim zaten uğraşmayacaksınız. Siz anlatırsınız, biz yazarız’ dedim. ‘O zaman olur. Ben nereye gidersem oraya gel. Ben anlatayım, sen yazarsın’ dedi…” ifadeleriyle anlatıyor.

Prof. Ekinci’nin Enver Ağabey’le farklı zamanlarda buluşarak aldığı notlar, tanıyanlarının naklettikleri ile çeşitli evrak ve vesikalar ışığında hazırladığı eser, hem zevkle okunacak hatıralar hem de hayat rehberi olabilecek satırlar barındırıyor. Herkesin gözü önünde bulunduğu hâlde, hakkındaki malumat az olan merhum Enver Ören’in yaşadıkları, eserde “Hayat hayaldir” ifadesiyle hülasa ediliyor. 74 senelik muazzam hayatın portresi, bir devrin siyaset, medya ve iş dünyasına da ayna tutuyor…

ÇOCUKKEN BİLE ÖRNEK İNSANDI

Enver Ören’in idealist karakterinin kökenlerini anlamak için eserde çocukluğuna dair hoş hatıralar var. Babası Nazif Bey’in manevi telkinler ve güzel ahlâkla yetiştirdiği Ören, daha küçük yaşlardayken cami cemaatini kaçırmıyor, minareye çıkıp ezanlar okuyor. Hâliyle daha o zaman büyüklerine bile tesir ediyordu. Mesela merhum Ören, kendi ifadeleriyle şu hatırasını anlatıyor: 10-11 yaşlarında idim. Bir defasında bahçenin kenarında akşam namazını kılıyordum. Kasabada Süleyman adında biri vardı. Günlerini içerek geçirirdi. Alacakaranlıkta namaz kılan birini görünce şaşırmış. 5-6 adım ötede oturmuş. Namazı bitirdim, selam verdim. “Oğlum Allah senden şu namazı eksik etmesin. Bak ben bu yaşta ne hâldeyim” dedi. Sonra kafasını sallayarak uzaklaştı. Tanıdıklarına, “Bu çocuk beni perişan etti” demiş ve içkiye tövbe etmiş…

Enver Bey’in üzerinde ilk iz bırakan şahsiyet, babası oluyor. Kendisi onun bir rüyasını şöyle dile getiriyor: “Benim nüfus cüzdanımın arkasına babam şöyle yazmış: “Oğlum bu memleketin okumuş insana ihtiyacı var. Benden sonra sana okuma diyecekler. Fakat sen bir üniversiteyi bitireceksin. Çünkü ben bunun rüyasını gördüm. Eğer bitirmezsen sana hakkım haram olsun” dedi. Rüyanın ne olduğunu anlatmadı. Hatta vefat ederken annem, “Beyefendi, neydi o rüya?” diye sormuş. Babam da, “Sorma, çocuğun işi bozulmasın” demiş.

KISIK IŞIKTA KUR’ÂN-I KERİM…

O yıllarda Türkiye’deki dindarların üzerinde kara bulutlar vardı. Nitekim Enver Ören, o “karanlığı” şöyle anlatıyor: 1940’lı senelerdi… İnsanlar ve din üzerinde baskı fazlaydı. Ben çok küçüktüm. Babam, evde Kur’ân-ı Kerim okurken, dışarıdan bekçi görmesin, biri şikâyet etmesin diye perdeleri kapatır, lambaları kısardı. Bekçi düdüğünü işitince, tedirgin olurdu. 1950 senesinde Demokrat Parti ile birlikte memlekette bir bayram havası meydana geldi.

HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLARDIK

14 yaşında babasız kalan Ören, parasız okuyabilmek için Kuleli Askerî Lisesi’ne gidiyor. Orada önce bütün dünyasını değiştirecek, sonra kayınpederi olacak kimya hocası Hüseyin Hilmi Işık Efendi ile tanışıyor. Etraflarında manevi yönü güçlü bir arkadaş grubu da meydana geliyor. Eserde Ören’in Hüseyin Hilmi Efendi ile geçirdiği o ilk günler “Hocamızın sohbetinde dünyayı unuturduk. Çıktığımızda, Allah Allah, dünya var, evler var, arabalar var, derdik. Mektebe gider, bu sefer yatağa girmez, hüngür hüngür ağlardık” ifadeleriyle yer buluyor.

LAKABI “ENVER BEY”Dİ

Bilhassa yatılı mekteplerde hocaların ve talebelerin bir lakabı vardır. Kılık kıyafetine çok dikkat ettiği için onun sınıftaki lakabı ise“Enver Bey” oluyor. Hüseyin Hilmi Efendi ile tanıştıktan sonra okumaya merakı artan ve Osmanlıca eserleri arayan “Enver Bey”, âdeta Beyazıt Kitapçılar Çarşısını mesken ediniyor. Bunu “Sahaflar çarşısında bir Muzaffer Özak vardı. Hepimiz onun abonesiydik. Hocamızda Osmanlıca bir kitap görsek veya tavsiye ettiği bir kitap olsa, sahaflarda arardık. En çok da onun dükkânında bulurduk” ifadeleriyle anlatıyor.

“ÇİLELİ HAYATIM BÖYLE BAŞLADI”

Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne kaydolan Enver Bey, askerî lise tazminatını annesinin küpeleri, bilezikleri ile ödüyor ve “Çileli, maceralı ve borçlu hayatım işte o gün başladı. Hayatımı hep çalışarak yaşadım. Ömrüm uğraşmakla geçti” diyor. Üniversiteden sonra fakültede asistanlığa başlayan Enver Ağabey’in aynı anda üç dört iş yaptığı zamanlar da oluyor.  

OSMANLI ÂŞIĞIYDI

Enver Bey, hep Osmanlı sevgisiyle yaşıyor. 1967’de doktoraya başlayıp araştırma için İtalya’nın Napoli şehrine gittiğinde, Sultan Abdülhamid’in sürgündeki eşlerinden Behice Sultan’la tanışıyor. Onun kapısını çalıp “Efendim, bendeniz namazını kılan, İslâm terbiyesi ve ahlâkı ile yetişen, Sultan Hamid Han hazretlerini çok seven bir Türk’üm. İstanbul’dan geldim. Burada olduğunuzu haber alınca içime sizinle tanışmak, dualarınıza kavuşmak ateşi düştü” diyor. Behice Sultan’ın dudaklarından ise duvarları çınlatan “Elhamdülillah! Böyle genç bir Türk Müslüman evlâdını görmek nasip oldu” sözleri çıkıyor. Enver Bey onu sık sık ziyaret edip İstanbul’da da vefatına kadar hizmet ediyor. Sadece Behice Sultan’a değil, bütün Osmanlı hanedan mensuplarına sahip çıkıyor; Osmanlılar hakkında “Onlar olmasa idi, şimdi belki biz olmazdık. İmanımızı, itikadımızı, vatanımızı onlara borçluyuz. Evlâda yapılan, babaya yapılan demektir” diyor.

“GAZETENİN ARKASINDA KİM VAR?”

Enver Bey, 1970’te gazete için doktorasının bitmesine aylar kala asistanlıktan ayrılıyor. Ancak o zamanki adı Hakikat olan ve daha sonra Türkiye markasına dönüşecek gazete, oldukça zor şartlarda vücuda geliyor. Merhum Ören, o günleri “Matbaacı Mehmet Ali Türksever’e gittim. Bana ısrarla ‘Bu gazetenin arkasında kim var’diye sordu. Kimse yok dediysem de inanmadı. ‘Burada söyleyemem’ dedim. ‘Gel tenha bir yere gidelim’ dedi. Başka bir odaya gittik. Kulağına eğildim. ‘Allah var’ dedim. Şaşırdı” sözleriyle anlatıyor ve ilave ediyor: Gazetenin bu hâle gelmesinde çile vardır, gözyaşı vardır. Gazeteyi kurduğumuz zaman beş paramız yoktu. Parasızlıktan Fatih’teki evden Cağaloğlu’ndan gazeteye kadar yaya giderdim… Nereden nereye geldik. Allah bu günleri gösterdi. 

Zamanla Türkiye gazetesi, basında hâlâ kırılamayan tiraj rekorunun sahibi oluyor; tarihler 10 Aralık 1989’u gösterdiğinde gazete satış rakamı 1 milyon 424 bin 350’yi görüyor. Zamanla gazetenin yanında TGRT ve İhlas Haber Ajansı ile pek çok sahada ticari faaliyet gösteren kuruşlar meydana geliyor. Öyle ki 1970 senesinde sadece iki personelle başlayan faaliyet; 1992 senesinde 2500, 1994 senesinde 7500 ve 1997’de 29 bin personele ulaşıyor. Düşman edinmeyi değil, dost kazanmayı şiar edinen Enver Ağabey, muvaffakiyetinin sırrını ise “Annemin çok duasını aldım. Hayatta muvaffakiyetimin sırrı, anne ve baba duası almaktır” diye hülasa ediyor.

Ören, yıllar sonra gazeteci Olcay Yazıcı ile yaptığı bir röportajda ise “Ümitsizliğe düştünüz mü?” sorusuna “Gazetecilik çok zor bir meslek. Uzun seneler parasızlık ve kadrosuzluktan çok sıkıldım. Ancak en zor anlarımızda Cenab-ı Hak imdadımıza yetişti. En olmadık hâllerde bile tevekkül ve teslimiyetim sayesinde gayretlerim hiç sarsılmadı. İnanç sahibi olmak bütün güzelliklerin kaynağıdır” cevabını veriyor.

DARBECİLERLE BAŞ BAŞA

Ancak 1994’te yaşanan ekonomik kriz ve 28 Şubat 1997’deki postmodern darbeyle İhlas Holding zor duruma düşüyor. Darbe vesilesiyle, askerlerin “Yeşil Sermaye”ye dâhil ettiği İhlas Holding için baskılar yapılıyor. Enver Bey, diğer medya patronları gibi Çevik Bir ve darbenin sair mimarları tarafından, Ankara’da saatlerce sorguya çekiliyor. O sorgu, eserde kendi cümleleriyle şöyle yer buluyor: Bu yapılan şeyler cemiyette kaosa yol açar, kan dökülebilir, diyecek oldum. Biz bu uğurda birkaç milyon kişinin ölümünü göze aldık, demesin mi? Bunun üzerine İslamcılarla mütedeyyin Müslümanları birbirine karıştırdıklarını ve mütedeyyin Müslümanları incittiklerini söyledim. Mütedeyyin kelimesini belli ki hiç duymamışlar. İkisi arasındaki fark nedir diye sordular. Birinin gözü mezarda, diğerinin gözü Ankara’dadır, dedim.

Darbeci askerler, gazete ve televizyondaki dinî programların kaldırılmasını ihtar edince Enver Bey, bu sıkıntılı devirde ayakta kalabilmek için görünüşte de olsa bir çizgi değişikliğini elzem görüyor. Bu durum eserde yer buluyor; Ören, TGRT’nin bu hâlini soran Recai Kutan’a ise “Ben TGRT’yi askerlere parasız sattım!” itirafında bulunuyor.

BÜYÜK BİR MANEVİ MİRAS BIRAKTI

Ömrünün son yıllarında kendini 28 Şubat döneminde “kara listeye” alınıp batırılan İhlas Finans’ın borcunu ödemeye adayan Enver Ören, ağır hastalıklarla yıllarca mücadele ettikten sonra takvimler 22 Şubat 2013’ü gösterirken vefat ediyor… Ardında büyük bir manevi miras bırakarak sevdiklerine kavuşuyor…

“SARAY” GİBİ EV!

Enver Bey yıllarca Hüseyin Hilmi Efendi ile Fatih’teki evde beraber yaşıyor. O ortamı ise şu sözlerle anlatıyor: Çekirdek bir Osmanlı aile hayatı, Osmanlı terbiyesi vardı. Saraydaki en büyük unsur, terbiye ve edeptir. Orada efendimsiz asla konuşulmaz, hürmette en küçük bir kusur kabul edilemez. Sarayda ne ise Hocamızın evinde de aynen öyle idi. Tertip, düzen, kaide dışına çıkılmazdı, herkesin evdeki yeri belliydi… 

ŞEHRİ TERK ETMEK YOK

Yazarımız Hikmet Köksal anlatıyor: 13 Mart 1992 günü Erzincan şiddetli bir depremle sarsıldı. 653 kişi öldü, çok sayıda insan yaralandı. Teravih kıldığımız küçük mescitten nasıl çıktığımızı ve evlere koştuğumuzu hâlâ hatırlarım. Depremden sonra gazeteden aradılar; “Ağabey, hatta kal… Enver Ağabey’e bağlıyorum.”

Enver Ağabey’e “Efendim Erzincan yıkıldı” dediğimde, teselli verici sözlerinin arasında kalan “Yaktın beni” sözü uzun ömürlü bir sevginin tamamını kuşatan iki kelime oldu. O geceden sonraki gün dağıtım bürosunda toplandık. 2 bine yakın gazete abonemiz vardı. Her taraf yıkılınca gazeteler ortada kaldı. Biz de gazeteleri dağıttık. Sonra abonelerimizi tek tek çadırlarında ziyaret ettik. İkinci haftaya girerken halkın büyük kısmı göç etmiş, ilk günlerin karmaşası yerini yalnızlığa bırakmıştı. Üçüncü hafta biterken de Enver Ağabey depremden çıkan arkadaşları İstanbul’a davet etti. Sözleri kelime kelime aklımda: “Erzincan’ı terk etmek yok, Erzincan kaledir. Abone sayısı 5’e düşse bile gazete dağıtım hizmeti devam edecek.” İlerleyen dönemde abone üç bin sınırını aştı.

DEĞİRMENİN SUYU NEREDEN?

Kayseri’den bir iş adamı heyeti Hindistan’a gidiyor ve Nizameddin Evliya hazretlerinin kabrini de ziyaret ediyor. Yüzlerce fakir… Ellerinde tas, hepsine yemekler veriliyor… Bir iş adamı sebebini sorunca kendisine “Nizameddin Evliya hazretleri, vasiyet etti ki, tekkem açık olduğu müddetçe fakirlere akşam yemeği verilsin. Bu âdet 700 senedir devam ediyor” deniliyor. İş adamı “Peki ama değirmenin suyu nereden geliyor?” diye sorunca şu cevabı alıyor: Siz Türkiye’den geliyorsunuz. Enver Ören diye birisini tanımıyor musunuz? Ona sorun, değirmenin suyunun nereden geldiğini. Her ay bize para gönderiyor…

KALPTEN KONUŞUYOR

Enver Bey’in Sakıp Sabancı ile tanışmasının kendi dilinden enteresan bir hikâyesi var… “1980’lerde gazetenin reklam müdürü Fahreddin Tacer ile beraber Sakıp Sabancı’ya gittik. Bize 15 dakika lütfen randevu verdiler. Kendimizi takdim ettik. ‘Ne istiyorsunuz?’ diye sordu. Biz sizden bir şey istemeye gelmedik; kitap vermek için geldik. Dinimizde zenginliğinden ötürü bir kimsenin önünde eğilenin, dininin üçte ikisi gider’ dedik. Çok şaşırdı. Sonra izin istedik. ‘Dur, dur bir dakika’ dedi. Tam 45 dakika görüştük. Sekreter diğer randevuları hatırlatıyordu. ‘Git git. Herkes benden bir şey istiyor. Bir tane adama rastladım, tam burasından konuşuyor’ dedi ve kalbini gösterdi… Ahbap olduk.” 

iha.com.tr üzerindeki haberler özet şeklinde yayınlanmaktadır. Haberin video, fotoğraf ve metnine Abone panelinden ulaşabilirsiniz.

Yorumlar (0)
Yorumlar E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlendi